Deutsch | English
Ben burada özellikle Resim Sanatı üzerinde durarak sanatın resimdeki değerlerini ele alacağım.
Sanatın diğer dallarındaki sanatsal olaylara da o konuda emek vermiş olanlarca açıklama getirilebilir. Resimle sanatsal anlamda uzun yıllar verilen uğraşı ve çalışmalar boyunca bir çok soru ve sorunlarla karşılaştım. Herkesin de görüp bildiği gibi bu konuda bir çok kişinin değerlendirme ve görüşleri resimdeki sanatla yakından ve uzaktan hiç bir ilgisi yok. Hemen, hemen herkes kendi düşüncesini açıklarken değerlendirmenin kendi görüşü olduğunu, resimde sanatsal değerleri kendine göre öznel bir değerlendirmeyle belirttiğini anlatır. „Bana göre, benim beğenim doğrultusunda resimde sanatın böyle olması gerektiğini düşünüyorum…“ gibisinden açıklama yaparlar. Genelde bir çoğu soyut sanatı anlayamadığını, doğada görünenin tıpkısına yakın yapılmış çalışmaların kendisince sanat olduğunu öne sürebiliyor. Bu tür çalışmalara, bu tür çalışanlara gıpta ettiğini söyleyerek övgüler yağdırıyorlar. Sanatın ve sanatçılığın o olduğu üzerindeki düşüncelerini açıklıyorlar. Hoşuna ne gidiyorsa onu sanat diye beğeniyor. Her gün, her zaman sık, sık karşılaştığımız bu durum resim olayına bizlerin ne denli uzak olduğumuzu da gösteriyor. Diğer yandan da bu açığı kapatmak için çok şeyin de öğrenilmesinin gerektiği de anlaşılıyor. Gerçekleri ele aldığımızda oldukça uzağında olduğumuz resim olayının sanatsal yönünü anlayıp, bilmek ve öğrenmek için de yeterli çaba gösterilmiyor. İsteyenler de nereden öğreneceklerini bilemiyorlar. Başlangıç olarak bence resimdeki sanatsallığı ele almak öznelliğin nesnelliğe dönüşmesine ilk adım olacaktır. Önce sanat olanla olmayanın belli ölçülerde yapısal bir açıklaması gerekmektedir. Umarın bu yazı böyle bir başlangıca yardımcı olur.
Bir yapıt soyut mu, somut mu olmalı yargısının yanlışlığına girmek istemiyorum. Sanatı oluşturan öğeler soyuttur. Somut bir tek öğe göremezsiniz. Görmeye kalktığınız anda sanattan uzaklaşmaya başlarsınız. İster soyut, isterse somut çalışmalar olsun sanatı oluşturan soyut öğeler nedeniyle onun sanat olup olmadığına bu değerlere bakılarak karar verilir. Özellikle, sanatın soyut kavramlardan oluştuğunu bilemezsek kafamızda sanatla ilişkisi olmayan bir „Somut Sanat“ düşüncesi yaratırız. Oysa bizi sanata götüren yol bu değildir. Sanatsal değerler ister tanınıp bilinen isterse bilinmeyen nesnelerle oluşturulsun, sanat birini öbürüne yeğlemez. Somut nesneleri içine alarak, almayarak kendi yapısı içinde kendine özgü bir anlatımı oluşturmaya çalışır. Başarıda önemli olan, soyut değerlerin başarılı bir dili sunmasıdır. Bu bağlamda nesneler açısından bir yeğleme yaparak sanatı anlamaya, anlatmaya kalkarak buna göre düşünceler üretmeye kalkmak olsa, olsa bizim yanlışımız olur. Sanat midemizi doldurmak, gözlerimizle elmaya armuda yiyecekmiş gibi bakmamıza yönelik üretim yapmaz. Güzel duyuyla iç dünyamızı güzelleştirmeye, geliştirmeye yönelik yaratıcılığın bir edimidir.
Sanata bakış açımızı doğru yönlendirmek istiyorsak, önce sapla samanı birbirinden ayırarak bir başlangıç yapmamız gerekiyor. Mathieu´nün (Fransa´nın ünlü – Aktion Painting – sanatçısı) „Bilinmeyen bir yere gitmek istiyorsak, bilinmeyen bir yerden başlamalıyız!…“ dediği gibi bilinenlerle değil bilinmeyenlerle uğraşmalı, onların gittiği yeni bilinmezlikleri bulmaya çalışmalı.
Her sanatçının yaratımı güneşten kopmuş bir parçaya benzetilebilir. Güneş yana, yana bir türlü nasıl bitmiyorsa bu kıvılcımı da böyle ateşinin ve ışığının bitmeyeceği gibi düşünebiliriz. Elle tutulmaz, gözle görülmez bir kıvılcım. Bilinmezliklerden gelen, ne olduğu us yoluyla anlaşılamayacak bir parlaklık. Her sanatçının bu bilinmezlik ışığını bilimsel bir ışık ayırımına tutar gibi ayrıştırmaya kalkarsanız bir doğal ışığın yedi renge ayrılması gibi renklere ayrıldığını görürsünüz. Öyle sonsuz bir renk derinliği ki, ne sayısı belli ne de ne de o renklerin nerede olduğu. Fiziksel bir olayın duygularla özdeşleşmesi bir başkadır. İnsan benliğinin renk prizmasından geçerek süzülen, bizi sonsuzluğun içine iten renklerle doğal renk ayırımındaki olayı benzetmeye kalkmamak daha doğru olur. Nesneler üzerine değen bu bilinmezliğin öğeleri o nesneleri başkalaştırarak onları kendi işlevlerinden soyutlayıverir. Üzerine az ışık değmiş bir testi çok ışık aldığında da aynı testi olmasına karşın duygularımızın izlenimlerinde o bir başka olayın yansımasıdır. Işık almadığı zaman onu ellerimizle anlamak ve kavramak istediğimizde yaşanan süre içerisindeki duyumsamalar bir testi olayını aşar. Testi burada yalnızca bir araçtır. Soyutlaşarak bambaşka yerlere taşınan o görüntülerle duygu demetlerinin gerçeküstü güzelliklerine taşınırız. İnsan tininin güzelduyulara kapılmış bilinmezliklerindeki duyumsamaların erinçliğini yakalarız. İzlenimcilerin doğadaki gölgelik yerlerle ışık alan yerlerdeki sıcak soğuk renk alış-verişlerindeki yansımaların yarattığı duygulardan kaynaklanan renk algılamaları ışığı, ete kemiğe büründürebiliyor.
Kolay değil, sanat adına resimle uğraşmak. Kendinizi Resim yapan biri diye tanıttığınızda sık, sık şöyle bir saçma soruyla karşılaşabilirsiniz: „Şimdi siz benim yüzümün tıpkısını resim olarak yapabilir misin?“ Al sana bir baş ağrısı. „Yapabilirim…“ deseniz bir dert; yapamam deseniz ayrı bir dert. Yapabileceğinizi söylediğinizde hemen o an, o kişinin yüzünün resmini yapma önerisiyle karşılaşırsınız. Yapmaya yanaşmadığınızda da karşınızdakinin şaşkınlığı artıyor. Nedenini, niçinini soruyor. İçinde belirmiş olan sorulara, kuşkulara yanıt arıyor. Onun istediğini bir fotoğraf makinesinin daha kısa sürede daha iyi yapacağını anlatarak bir şeyler sezinlemesini bekliyorsunuz. Oysa o, buradan kendine göre en can alıcı nokta diye algıladığı bir sonuç çıkarıyor: „Anladım, siz şu arpacık, kurgacık ne olduğu belli olmayan resimler yapıyorsunuz. Ben ondan hiç anlamam!…“ diyerek gerçek anlamda bir resmin nasıl olması gerektiği konusunda uzun, uzun açıklamalar dinlemek zorunda kalırsınız. Fotoğraf gibi resim yapanların ne büyük yetenekler olduğuna varıncaya dek kulaklarınızın derinliklerinden beyninize doğru yol alan bir testerenin tüm bedenini kıymık, kıymık doğradığını duyumsarsınız. Adam size bir de acıdığını belli edecek bir yansımayı da öylesine ustaca becerir ki „Bekara kız boşamak kolaydır.“ sözünün ne anlama geldiğini en iyi bu duruma düşünce anlarsınız. Arpacık kurgacık resimleri satıp satmadığınızı da sormadan edemez. Bu kez alanların da bulunduğunu anlarsa, alanlara da acıdığını anlamlandıran büyük bir düş kırıklığına kapıldığını görürsünüz. Picasso´nun resimlerini alanlara neden çok büyük ödemeler yapıldığını duyanlar o tür resimlere neden bu denli yüksek ödeme yapıldığını da anlayamıyorlar. Satan ve alanların çok zavallı kişiler olduğun düşüncesini söylemese de yüzündeki biçimlemelerden kolayca sezersiniz. „Ben o resimlere beş kuruş vermem!“ diyenleri de görürsünüz. O, kendi düşündüğü biçimdeki resimlerin çok para edecek büyük bir sanat olayı olduğundan söz ederek bizlerin boşu boşuna yorulduğumuzu, zaman öldürdüğümüzü dilinin döndüğünce anlatmaya uğraşır. Kendi kafalarına göre resim yapan madrabazları sanatçı bilir, alacaksa onlardan resim alıp duvarına asar. Resim alıcılarının bu yapısını bilen kurnaz ve becerikli kişiler de kendilerini sanatçı diye yutturmakta güçlük çekmezler. Burunlarını da sokmadıkları delik bırakmazlar. Kapıdan kovsan bacadan girerler. Çünkü ortam buna hazır. Kör atın kör alıcısı oluyor. Hiç kuşkusuz bu tür durumlara yalnız bilesiz (cahil) kişilerle değil, bir üniversiteliyle, üniversiteler bitirmişlerle, büyük iş kurmuş, devletin belli yüksek yerlerine gelmiş kişilerle de konuştuğunuzda da düşersiniz. İnsan, ölür müsün, öldürür müsün demekten kendini alamaz. Bizlerse öldürmeyiz; ölürüz ya da bu tür değerlendirmelerle kendi yaptıklarımızla yalnızlığa sürüklenerek öldürülürüz!…
Yaşamın bana tanıdığı güzel olanaklar benim resim sanatıyla çok erken yaşlarda içli dışlı olmamı sağladı. Buna bir bakıma özel eğitim de diyebiliriz. On yedi yaşıma geldiğimde resimde sanatın anlamına yönelik bilgilere ulaşmak için, içinde bulunulan koşullardan yararlanarak olanakları arttırarak yoğun çalışmalara yönelmek gerektiğini duyumsayabiliyordum. O günkü ülkemizin koşulları içinde yazılı yazısız çok sayıda bilgilere ulaşmaya çalışıyordum. Bulduklarımı da koruma altına alıyordum. Çünkü o günlerde öylesine az kaynak vardı ki en küçük bir yazı yada resim, bulunmaz önemde bir değerdi. Bu günlerde bir dergide George Braque´la(Kübizmin ünlü sanatçılarından.) yapılmış bir söyleşinin bulunması sanatın nerede başladığını anlatan düşüncesi sanat olayının özünü en açık ve en yalın biçimde açıklıyordu. O dergiyi ve yazıyı bugüne dek saklarım, yanımda bulundururum. Sanata karşı o dönemlerde bu denli yakın olmamıza neden olan, benim gibi aynı koşullarda yetişen diğer arkadaşları doğru yönlendiren çok değerli bir sanat öğretmenimizin olduğunu unutmamak gerekiyor. Her şeyden önemlisi, gerçek anlamda bir yol gösterici ve öğretici gerekiyor. „Ben neden hoşlanıyorsam sanat odur…“ demek çözüm değil.
George Braque 1. Dünya Savaşı´na subay olarak katılmış. Kışın Avrupa çok soğuk. Savaşın korkunçluğunun yanında kış daha da etkili ve öldürücü boyutlarda; cephedekilerin yaşamını zorlaştırıyor. Özellikle, siperlerde ısınma sorunu kolay çözülemiyor. Kömür olsa soba, soba olsa kömür bulunamıyor. Braque´ın bulunduğu soğuk siperde kömür var, soba yok. Erin biri boş bir gazyağı tenekesi bulmuş. Tenekenin altından ve yanından birer delik açmış. İçine kömürleri koyarak yakmış ve ısınabilmişler. Biraz önce gazyağı tenekesi olan o nesne, iki delik açıldıktan sonra kendi işlevinin dışında sobaya dönüşmüş. Sanat olayına bu örneği veriyor Braque. Sanatın başladığı noktada nesneler de işlev değiştiriyor. Demek ki bir resimde bildiğimiz ve tanıdığımız nesneleri bulmaya kalkmaktan çok o nesnelerin yüklendiği görevi anlamaya çalışmakla sanatı duyumsama olanağı bulabiliriz. Buradan her nesnenin sanat için aracılık görevi yüklendiği sonucuna varırız.
Ağacın, evin, denizin, çiçeğin, yüzün, insanın yada başka nesnelerin resimleri kendilerinin dışında bir başka işlev yüklenmemişlerse sanatla da yakından ve uzaktan ilişkisinin olmadığını düşünmek gerek. Kuşkusuz, sanat değeri olsun yada olmasın yapılan bir resimdir. Çok büyük bir beceriklilikle yapılmış olabilir. Boya, renk, çizgi, ışık-gölgeler çok iyi kullanılmış ve değerlendirilmiş olduğunu da görebiliriz. Bunu yapanın bir ressam olduğunu düşünmeniz yanlış değil. Gerçekten de yapan bir ressamdır. Bu tür resimlerle, resim yapanlarla çok karşılaşırız. Doğrusu kendimizi bir sanat yapıtı yada sanatçı karşısında sanmamalıyız. Berberlik yapana, berber, giysi dikene terzi, iyi yemek yapana aşçı, fotoğraf işiyle uğraşana fotoğrafçı, şarkı söyleyene şarkıcı, iyi futbol oynayana futbolcu, gösteri yapıp eğlendirene gösterici denildiği gibi resim yapana da ressam denilir. Çalışmalarda sanatı oluşturan koşullar yerine getirilmemişse yapılana ne sanat, ne de yapana sanatçı denir. Aralarında gerçekten çok sayıda yetenekli olanlar da var. Sanat niteliğine ulaşmayan çalışmaları yapmadıkça o yetenek kullanılmamış oluyor. Bir başka deyişle yanlış yolda kullanılıyor.
Yapıtı oluşturan nesneler sanatsal değeri yansıtmaya yönelik ele alındığında, o nesneler sanat için erek değil, gereçtir. Sanatı oluşturma ereği için aracı durumundadırlar. Elinize neyi alırsanız alın onu sanatın oluşturulmasına uygun bir işleve göre ele almak zorunluluğu var. İstenilen anlamı yakalayıp verecek güçte değilseniz, boşu boşuna bir çabanın içindesiniz demektir. Birçok kişinin görüp beğenmesi, içten de olsa büyük övgülere boğmasının ne yararı ne de önemi yoktur. Gerçi birden bire sanatın öğelerini sanatsal bir anlatıma ulaştırmak hiç de kolay değil. Gerçekten sanatın ne olduğunu ve nerede başladığını anlayarak çalışmak isteyene bir engel yok. Yorucu, uzun bir yol alarak büyük bir çaba harcamayı göze alabilmeli. Duyarlılığın yorumlama aşamasına vararak yaratıcılığın öznelliğini ortaya koyabilecek düzeyi yakalarsak sanatla barışık bir olabiliriz.
Bir yandan sanat bilgilerini arttırmak bir yandan da kendine özgü bir anlatım dilini bulabilmek için çok yorucu çalışmalar zaman gelir insanı içinden çıkılmaz noktalara da getirir. Bunalımlara sürükler. İleriki aşamalarda karşılaşacağımız sorunları aşabilmenin yolu yalnız çok çalışmayla açılmıyor. Her an kafamızdaki sorulara sanatın istediği yanıtları bulabilmenin içinde de boğuşmalıyız. Desen çalışırken bir yandan kendi çizgimizi ararken verilmek istenen etkiye en uygun çizgileri görünen modele hem bağlı hem de görünmeyen çizgileri görünenlerden kurtarıp ayrıştırmak zorundayız. Anlam yüklü yorumu verebilmek için modele bağlı çizgilerin anlatıma uygun düşmeyeni çizimin dışında bırakmazsak nereye gittiğimizi de anlatamamış oluruz. Öyle görüntüler vardır ki, oradaki çizgiyi desene yerleştirdiğinizde desen sakat bir görüntüyü de yansıtabilmekte. Orada öyle bir çizgi ve biçimlendirme var demek kurtarıcı değildir. Görünmeyen yüzdeki çizgileri görünür yapmak, görünenleri de görünmez yapmak, ne onu ne de öbürünü de kullanmayarak görünüşün o çalışmayı yapan kişide yansıttığı duyarlılığı en iyi biçimde anlatacak yepyeni bir çizgiyi yakalamak zorunluluğu da doğabilir. Buradan da anlaşılacağı gibi neyi nasıl görüyor ve nasıl duyumsuyorsak onun anlatımına uygun çizgiler, renkler, dokular ve biçimler katabilmektir önemli olan.
Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi profesörlerinden Günter Blecks desen çalışmalarında değişik modeller kullanırdı. Kimi zaman etine dolgun, kimi zaman zayıf, kimi zaman iri ve kaslı erkek ve kadın modellerle çalıştırırdı. Belli bir modele baka, baka çizgiler ve biçimler tekdüze olmaya, alışkanlık yaratma tehlikesinin doğmasına neden olabiliyor. Çalışanları her an araştırmaya yönlendirmek için karşılarına değişik görünümleri koymak gerek
İster doğadan ister modelden isterse ölü doğadan çalışalım, biz neyi görüyorsak göründüğü gibi değil, oradan edindiğimiz etkileri göstermek istediğimiz bir biçem anlayışına göre çalışmazsak bizim ne kendi duyarlılığımızın ne de öznelliğimizin kullanılmadığını görürüz. Her nesneyi göstermek istediğimiz biçimde ve anlayışta ele alıp istenilen sonuca varabilirsek sanatsal anlamda bir çalışma yapıyoruz demektir. Büyük ve gerçek bir sanatçı olmaya yeter mi sorusuna da verilecek yanıt şudur: Daha işin başlangıcında sayılırız. Braque´in söylemek istediği başlangıç noktasındasınız ve bu doğru bir başlangıçtır. Bizleri sürekli araştırmalarla kendimize özgü çağdaş bir yol bulmak için daha bir çok sorunlar beklemektedir. Sanat olgunluğuna varabilmek salt sanatın ne olduğunu anlamış olma çizgisini aşıyor.
Doğal olarak her sanatçının duyarlılığından kaynaklanan kendine özgü bir anlatımı vardır. Çizgi, leke, renk, ışı-gölge, parça bütün anlayışı, öz-biçim ilişkisi, organik yada inorganik yapı, formellik, informellik, ayrıştırmacılık, bileştirircilik gibi sanatsal anlatımın öğeleri varsıllaşarak birbirine benzemeyen sonuçlara ulaşırlar. Kuru kuruya bu öğeleri kullanarak bir masayı masa gibi, bir ağacı ağaç gibi yapmaya kalktığımız sürece boşu boşuna bir hamallık yapmış oluruz.
Picasso´nun bisikletin selesiyle direksiyonunu birleştirip ortaya bir boğa kafası çıkarması nesnelerin işlevini güzelduyudan yana değiştirmesi anlamına gelir. Ha sele, ha gazyağı tenekesi… Bir boğa kafasını çağrıştıran iki nesne bir bisikletin parçalarından alınma. Sele oturmak, direksiyon de yönlendirmek görevini yerine getirmesi için yapılmış. İkisini bir araya getirdiğimizde bizi bir hayvan başını çağrıştıran bambaşka bir görünüm kazanmış. Biçimlerde hiç bir değişim olmadan daha önceki işlevsellikle hiç ilgisi olmayan yeni bir anlatım kazanmış. Bu bir hayvan başını çağrıştırmasaydı da durum değişmezdi. Bu duyuların, duyumsamaların sanatçının yaratıcılığı yakalamasını zorlayarak onu yeni anlam ve yorumlamalara ulaştırıp ulaştırmadığına bağlı. Bir bakarsınız birden bire beklenmedik bir an, beklenmedik bir yerde gerçeküstücü bir tavır aldığını görürsünüz. Picasso „kübizm“ denilen serüvenine gerçeküstücülüğü de katarak iç dünyasındaki dalgalanmalara ölünceye dek yanıtlar aramayı sürdürmüştür. O aramaz, bulur. Dalgalar çarptıkları yerde izler bırakacağını bilir. Bilinçsizce bir bakış, gelişigüzel bir dolaşma değildir. Yalnızca neyle karşılaşılacağı belli olmayan bir gidişle Picasso karşısına çıkan her şeyi didik, didik gözlemleyebilecek güçte olmasından kaynaklanan verilerin semeresini sanatsal yapıya dönüştürdüğü yapıtlarıyla gözler önüne serer. Elinde sanatın kapılarını açan açkıyla yeni güzelduyu değerlerini yakalamasından daha doğal ne olabilir? Bu arada bize de sanatın temellerinin nerelere dek ulaştığını gösteren bir gelecek de kalır geriye.
Sele ve direksiyonla bir boğa kafasının yaratılışını hiç de öyle küçümse- meyelim. Olayın orada kaldığını düşünmeyelim. Sanatla uğraşanlar ne küçümsedi ne de kendini düşünmekten alıkoydu. Sürekli olarak olayın üzerinde durması gerektiğinin bilinciyle o gelinen noktalardan yeni çıkışlar yakalamaya çalıştı. Günümüzde sözünü edip de bir türlü ne olduğunu kavramakta güçlük çektiğimiz „Kavramsal Sanat“ Picasso´nun ileriye attığı adımların bıraktığı izlerle doğrudan bağlantılıdır. Picasso da kendinden önce bırakılan izler üzerinde yürüyerek atılımlarını gerçekleştirmiştir. Bizler de Picasso´dan sonra…
Cezanne´ı unutmayalım. Picasso´nun kübizme açılan yolun arkasında Cezanne vardır. Genel anlamda ölüdoğa (Nature morte) ve doğa görünümleri resimleyen bu sanatçı bize hiç de bizim gözümüzle gördüğümüz bir doğayı anlatmaz. Resimde nereye bakılmışsa oraya ilişkin tanıdık bildik nesneleri görürüz. Ağaçlar, evler yollar, vazo, elma, masa, masa örtüsü, kahvede bir masada kağıt oynayanlar… Zaman, zaman da insan yüzleri. Bir yanda rengin vurucu gücü, bir yanda da gizlilikle belirginlik arasında biçimlerin kesik yüzeylerden oluşumunu sağlayan geometrik bir yapı. Anlatım uğruna hiçbir şey bizim bildiğimiz biçim ve görünüşle bağdaşmıyor. Ağacın yaprakları bir keserle yontulmuş gibi. Işık-gölge yerini koyu açık, soğuk sıcak renklerin uyumuna bırakmış. Biçimlerle bütünleşen renkler geometrik bir sağlamlığa bürünerek her noktasından perçinleşmişçesine dağılmaz, kopmaz, sallanmaz birer nesneye dönüşmüşler. Hangi nesneye bakarsanız bakın onlar bizimle artık Cezanne´ın duyumsadığı görünümü sanatsal bir dille konuşmaktadırlar. Bu yapıtlara bakıp da: „Bu resimdeki ağaçları, çiçekleri, elmaları görüp seçebiliyorum. Bundan bir şeyler anlayabiliyorum…“ söylemleri sizin hiçbir şey anlamadığınızın çok açık bir kanıtıdır. Mondrian´ın soyut anlatımının temelinde ağaçların yattığını unutmamalıyız. Öyle kafadan atılmış, bir anda esin gelmiş de öyle yapılmış değiller. Uzun bir süre ağaçları çalışarak yatay ve dikeye indirgenirken renkler de bu anlayışa uygun bir yalınlaştırmaya indirgendi. Hem biçimde hem de özde yalınlaşma çıktı karşısına.
Picasso´yu ele alırken onu geçmişin sanatından koparamayız. Geçmişte sanatı oluşturan görüşler değişmiş de değil. Öyle bir temel var ki, Braque bunu bir örnekle açıklamaya çalışıyor. Sizin anlayacağınız, yüzyıllarca sanatı oluşturan anlayışı kendi anlatım yöntemiyle dile getiriyor. Yeniden bir kural koyarak temeli değiştirmiyor. Var olanı ele alarak onunla yeni yerlere doğru gitmenin yöntemini yineliyor. Rembrandt nasıl bir ilkeye dayanarak kendinden öncekileri aşmaya çalıştıysa bugün de o ilkelerle bizden öncekileri aşmaya çalışırız. Sanatla konuyu bir arada götürmeye çalışan klasik dönemin bu anlayışını Rembrandt konuları alışılmışın dışına çıkardı. Konu ne olursa olsun, konunun değil sanatsal anlatımın önemini vurguladı. Daha önceki konuların dışına çıkışta da çok şaşırtıcı bir yol izledi. Kilisenin desteğiyle sanatçılar genel anlamda konularını İncil´den alarak Meryem Ana, İsa, melekler ve İncil´deki olayları anlatan konularla sanat biçemini bir arada kullanmak zorunda kalıyorlardı. Rembrandt bir kasabın vitrininde asılı duran etleri konu alınca sanat çevreleri dünya yıkılmış gibi algıladılar olup bitenleri. Oysa Rembrandt´ın sorunu ışığı yoğunlaştırarak bir özdek durumuna getirmek istiyordu. Bu nedenle koyuluklarla açıklar arsında zıtlıkları da arttırdı. Fırça vuruşları böyle bir özdeğin oluşumuna göre ayarlanıyordu. Orada ışıktan oluşmuş o bütünü bir elması parçalamanız nasıl zorsa onun da ışıktan özdekleştirdiği hiç bir şeyi koparıp parçalayamazsınız. Belli bir konu olsa olmasa ne değişirdi ki? Rembrandt bunu en iyi bir biçimde anlatmaya çalıştı.
El Greco bir değişiklik olsun diye her şeyin boyunu uzatmadı. Kendi içindeki, duygularındaki güreyi (enerji) dile getirmeye çalıştı. Van Gogh da öyle…
Kübizm de nesnelerin algılanmasının uzağında kalmadı; kalamazdı. Nesnelerin hem parçalanmasını hem de birleştirilmesini geometrik bir anlayışla ele aldı. Geometrik biçimleyiş anlatımı kolaylaştıran bir yapıydı. İnceden inceye oranlarla, oylumlarla, boyutlarla, bilinen ışık-gölge oyunlarıyla oyalanmaya, yolu uzatmaya gerek yoktu. İşe yaramayanları kullanma gereğinin nedenleri ortadan kalktı. Ayrıca her nesneyi kendi görünüşüne göre yapmak, yapmaya çalışmak kafamızın içinde oluşan anlatıma da uygun düşmeyebileceği de apaçık belirlenerek işe yaramayanlar kullanılmadı. Kandinsky de buna dayanarak soyut çalışmaların başlangıcını gerçekleştirdi. Bilim ve tekniğin gelişmesiyle her şey hızla yeniden bir yapılanmaya doğru gidiyordu. Sanat bu değişimi görmezlikten gelemezdi. Tinsel bilimde de insanla ilgili çok şey konuşulmaya başlandı. Her yönden sanatçılar bir atılım içine giriverdiler.
Bir özü iyice vurgulayacak olursak, kısaca şunu belirtmekte yarar var: Sanatın soyut temel kavramlarını anlayamazsak Picasso´yu bir yana bırakalım, Leonardo da Vinci ve Michelangelo´yu da anlayamayarak sanat adına sınıfta kalırız. Günümüzde resim olayının tuvalin dışına taştığını düşünecek olursak işler iyice sarpa sarar. Picasso´yu ve onun dönemini tam anlamaya çalışmışken bu başımıza gelenlere yakınır dururuz.