Duygudan Kurama Ve Mondrian

Deutsch | English


Sabahattin Şen

Bir süreden beri Köln’ün ünlü Ludwig Müzesi’nde Mondrian’ın yapıtları sergilenmekte.

Müze zaman, zaman geçmişin ünlü sanatçılarına da yer vererek günümüzle geçmiş arasındaki bağı koparmamaya çalışmaktadır. Bizlere karşılaştırma olanağı verirken yeni değerlendirmeleri de sunarak izleyiciyle sanatçıyı daha çok yakınlaştırmaktadır. Mondrian, geçtiğimiz yüzyılın üzerinde durmaya değer çok ilginç ve baştan anlaşılmayan büyük bir sanatçı.

Bir insanın içinde sanat çırpıntıları dalgalanmaya görsün, onun önünü hiçbir güç kesemez. Anlaşılıp anlaşılmamak önemli bir sorun olmaktan çıkar. Önce içindeki devinimleri sanatsal bir dile çevirerek yaşamın bir parçası yapmak gerekiyor. Mondrian anlaşılmama sorunlarını yaşamış olan sanatçılardan biridir. Sürekli araştıran, elde ettikleriyle nereye geldiğini gözden geçiren, duygu ve düşüncelerini yoğunlaştırarak kuramsal yapıyı sanatın sarsılmaz bir noktasına getirerek başarıyı nerede yakaladığı bilincine ulaşsa da başlangıçta herkesçe anlaşılması pek de kolay olmadı. Anlaşılmamaya aldırmadan çalışmalarını sürdürmesi sanatın nerede başlayıp nerede yok edileceğinin sınırların doğru saptamasından kaynaklanıyor. Kimi zaman düşkırıklıkları ve kuşkular da yaşasa nereye bastığını bilmesi ve sanat için daha neler yapması gerektiğini belirleyecek güce varması ona yol gösterici olmuştur. Her adımda anlaşılıp anlaşılmayacağına bakmadan ödünsüz bir tavırla çalışması onun ne denli büyük bir sanatçı olduğunu gösterir.
Uzun bir süre anlaşılmayan bu sanatçının günümüzde yapıtlarının etkilemediği bir alan göremiyoruz. Mimaride, reklamcılıkta, cam ve seramik eşyalarda, kumaşlarda, çantalarda, alışveriş torbalarında, kitaplarda, defterlerde, süslemelerde gibi bir çok alanda kullanılmaya başlandı. Çok daha önemlisi ondan etkilenen de çok sayıda sanatçı oldu. Kuramsal bir açılımla sanatsal duyarlılığı bir arada yapıtlaştırarak örtüştüren, öznelleştiren Mondrian’ın kolay anlaşılmayışını da doğal karşılamak gerek. Neyse ki anlaşılmış olması ölümünden sonra değil.

1872 yılında Hollanda’nın Amersfoord denilen küçük bir kentinde doğdu. 1892 de yirmi yaşındayken Amsterdam Kraliyet Güzel sanatlar Akademisi’nin gece bölümüne girdi. Okulu bitirdikten sonra yaşamını daha çok bakteri çizimleri, diğer sanatçılardan kopya resimler ve portre resimler yaparak kazanıyordu. Sanatsal çalışmaları ilgi görmüyordu. O dönemlerin sanatta büyük bir geçiş sorunu yaşamasının da büyük etkisi vardı. İzlenimciler sürekli öne çıkarak sanattaki yeni açılımlar için var güçle zorluyorlardı. 1901 yılında başvurduğu bir burs için ikinci kez reddedildi. Aynı yıl izlenimci ressamlarla bir sergi açtı. Sanat çalışması adına yaptığı bir resim satılınca para kazanmak için yaptığı çalışmaları bıraktı. 1904 yılında manzara resimlerine başladı. Bu çalışmaları 1905 yılında sürdürür ve daha çok değirmenler, çiftlikler konularına yönelir. Gerek bu gerekse manzara resimlerinde değişik teknik ve yöntemler kullanarak araştırmacı yanını da ortaya koyuyordu. Anlayış olarak XVII. yüzyılın gerçekçiliği ve XIX. yüzyılın romantikliği izlerini taşıyordu. “Akşam” ve “Değirmen” konulu resimlerinde bu etkilerin yalınlaştırmalarla yapıldığını görüyoruz. Mondrian sürekli arayışlar içinde çabaladı. Ondaki yalınlaştırma eğilimi gittikçe kendini göstermeye başladı. Gerek renklerde gerekse biçimlerde çok şeyi bir araya getirmiyor. Az şeyle çok şey anlatma çabasında. 1906 yılında bu türdeki bir çalışması ödül aldı; sanatçıyı daha çok yüreklendirdi. 1907 yılında çok iyi bir manzara ressamı oldu. Bu dönemde “Kırmızı bulutlar” adlı yapıtı değişik anlatımlara doğru gitmek istediğini belirtiyor. Van Dongen’in etkisinde kaldığı anlaşılıyor. 1909 yılında Amsterdam Müzesi’nde tanıdığı iki sanatçıyla birlikte sergi açtı.

Tam anlamıyla nereye nasıl gittiğini belirleyemeyen sanatçının kafasındaki sanat kuramı da tam yerine oturmuyor. Bu da ona süreklilik kazandırıyor. Araştırmalar ve kuramlarla duygularına özgünlük kazandırmak için değişik teknik ve yöntemlere başvuruyor. Bir ara “Dele’deki Orman” konusuyla o günkü çalışmalarının dışına çıkıyor. Fırça vuruşları ve renk sayısı çoğalıyor. “Güneş Işığında Değirmen” resmi hem renk hem de fırça vuruşlarıyla Van Gogh’a yaklaşıyor. Önceki çalışmalarla bu çalışmalar arasındaki benzerlik nesnelerin bilinen ve görünenden büyük olması ve sürekli dikey olarak yükselen anıtsal bir etkiyi yansıtması. Daha sonra netleşen kuramına açılan kapının hiç kapanmadığına tanık oluyoruz.

O bir Hollandalı sanatçı. Hollandalılar tümüyle düzlük ve bataklık durumundaki yerlerden yaşanacak yer edinmişler. Kanallar açarak bataklık sularını topraktan kanallara aktarmışlar. Ne bir dağ ne de bir tepe yok. Alabildiğine dümdüz bir doğa. Yükseltiler ya ağaçlardır ya da insanların yaptıkları yapılardır. Bir ara kendi başına kalan Mondrian boş alanlarda yükselen değirmenleri ve ağaçları çalışarak alabildiğine yatay bir alana dikey yapı ve ağaçları yerleştiriyor. İleride ona tam bir olgunluk kazandıracak çalışmalarının temelini buradaki etkilenmeler sağlıyor. Alabildiğine düzlük bir alanda her yükselti o düzlüğe başkaldırmış etkisi yapıyor. Bir bakma anıtsallaşan görüntüye dönüşüyor.

Yaşlı bir ressam ve boya tekniğini çok iyi bilen Jan Toorop’la çok iyi bir dostluk gelişiyor. Yaşlı ressam Mondrian’ın çalışmalarını ve sanata ilişkin görüşlerini ilgiyle izliyor. Mondrian da bu ressamdan yeni boya teknikleri öğreniyor. Toorop, Mondrian’a Giacometti, Hodler ve Würtenberg adlı sanatçılardan söz ediyor. Böylece bu üç sanatçının çalışmalarıyla çok yakından ilgileniyor. Sanat dünyasında nelerin olduğunu yakından görebilmek için 1911 de Paris’e gidiyor. Onu Paris’e çeken kübizmdi. Çünkü 1908-10 arasında “Kırmızı Ağaç” resmiyle başlayarak geliştirdiği ağaç dalları konulu resimleri kübizmle iç içeydi. Daha sonraki resimlerinde bu ağaç dallarının adım, adım geometrik bir yere oturduğu görülüyor. 1913 yılında oval bir alana yatay, dikey ve yuvarlak çizgilerle kare ve dikdörtgene yakın alanlarla soyut bir çalışma ortaya çıkıyor. Daha sonra az renkli kare ve dikdörtgen kompozisyonlar çalışıyor. Bu resimlerin birinde yalnızca pembe, kirli turuncu ve kirli gri mavi görülüyor. O kendine göre üzerinde çalıştığı kuramını oluşturmanın sonlarına yaklaşmış oluyor. Duygu ve sezgileriyle yakaladığı bir kuram onu ister istemez kübizmle kaynaştıracaktı. Kübizm de onun kuramının oluşmasında oldukça etkili olmuştur. Manzara resimlerinden sıyrılarak yatay ve dikeylerin etkisini yakalaması bir bakıma geometrik bir yapıyı gerektiriyor. Kübizm de bu konuda ona kolaylık sağlamış oluyor. Kendisi ve sanat adına kübizmle birlikte sanata yeni bir özgünlük kazandıran çalışmalarını Hollanda’da sürdürüyor Mondrian duygu ve duyarlılığına sanatsal bir çözüm getiriyor. Her şeyin duygularda ya yataya ya da dikeye doğru gittiğini belirliyor. Tam orta noktanın olmadığını öne sürüyor. Bir insanın içinde bulunduğu ruhsal konuma göre bir ağaç dalının yataya mı dikeye mi daha yakın olduğunu bakma yoluyla nesnel bir ölçüyle belirleyemiyor. Ya yataya ya da dikeye gittiğini duyumsayabiliyor. Böylece insan duyarlılığıyla kendiliğinden bir yalınlaşma söz konusu. Mondrian ağaç dallarını yaşarken sürekli bu duyumsamalarla duyguların gerçeğini en yalın bir biçimde anlatma gereğini duyarak duyarlılığın özünde yatan gerçekle karşılaşıyor. Bu gerçek sanatsal anlatımın bir başka dilini yakalıyor. İnsan duyarlığının nesnelere bakışındaki özgünlük karmaşayı bir anda yatay ve dikeye dönüştürüyor. Mondrian geliştirdiği kuramla kendine özgü sanatsal bir anlatımın kendi duygularıyla özgün ve öznel bir yere vardığını anlıyor. Bundan sonrası çıkış noktasından daha ötelere giden çalışmalara kalıyor.

Hollanda’nın doğasındaki yalınlıkla yatay dikeye indirgenmiş anlatım tam bir uyum sağlıyor. Böylece yalınlaşmanın insandaki yerinin neresi olduğunu düşünüp araştırmaya başlıyor. Renk konusunda da bir yalınlaştırma söz konusu olmalı diyerek rengi de en aza indirirken insanın en ilkel dönemindeki renk duygusunun ona yardımcı olacağını biliyor. Kendi dünyasındaki yalnızlıkla her an yalınlaşmak arasındaki huzuru üç ana rengin sağlayacağına karar veriyor. Çocukların dünyasına da iniyor. Gerek çocuklarda gerekse doğayla baş başa kalmış her türlü teknik gelişmelerden uzak insanların kullandığı üç ana renk yalınlaşmanın simgesi konumunda. Böylece beyazlarla güçlendirilmiş bir yüzeydeki yatay ve dikey çizgilerin oluşturduğu alanlara serpiştirilen üç ana renk insanın en yalın ve en temiz yanın ortaya koyan bir dinamik anlatıma dönüşüyor. Bu denli duygu yüklü bir anlatımın tümüyle soyut resim olarak ortaya konması insanları şaşırtıyor. Böylesine derin bir yalınlaştırmayı anlayabilmeleri de zorlaşıyor. Bir bakıma bir çocuğun yapabileceği ya da dekoratif bir çalışma gibi pek de özelliği olmayan resimler olarak algılanıyor.

1919 da Paris’e gidiyor yine. Kendisi soyutu alabildiğine ileri bir noktaya getirmiş bir sanatçı olarak Paris’te de soyutun daha da ötelere gideceğini düşünüyor ve son gelişmeleri görmek istiyor. Kendisiyle diğerlerini karşılaştırarak bir dengenin olup olmadığını anlamak gerektiğine inanıyor. Gittiğinde Picasso’un nesnel çalışmalar döndüğünü görünce düşkırıklığına uğruyor. Hollanda’da son yaptığı resimlere karşı olumsuz tavırlar takınılıyor; kötü eleştiriler de alıyordu. Resimlerine ilgi yoktu ve satılmıyordu. Bir bakıma Paris’te kendini haklı çıkarmak isteyen izler yakalamak istemişti. İçine düştüğü geçim sıkıntısı nedeniyle resimden uzaklaşmak istiyor. Güney Afrika’da üzüm ağlarında çalışmaya karar veriyor. Bu kararını gerçekleştiremiyor. 1920 de yeniden resim yapmaya koyuluyor. Yatay ve dikeylerle birlikte kırmızı, sarı ve mavi renklerle geometrik çalışmalarına hız katarak kuramını sağlam bir yere oturtuyor. Gittikçe yalınlaşıyor, yalınlaştıkça anlaşılması daha da zorlaşıyor. Herksin “Bunu ben de yaparım!” diyeceği çalışmalarla karşılaşıyoruz. O kendi bildiği yolda yılmadan çalıştı ve 1927 ye gelindiğinde o artık Hollanda’nın büyük sanatçıları arasına girmişti.

Bu noktadan sonra çalışmalarını ara vermeden sürdürdü ve bu kez çizgiler çoğaldı, renkler iyice azaldı. Sanatı iyice anlaşılmaya başlanan Mondrian New York’da büyük bir sergi açtı ve daha sonra da Venedik Bianeli’ne katıldı.

1937 yılında Almanya’da açılan “Soysuz Sanat” sergisine katıldı. Onun Alman olmadığın öne süren Naziler resmini açılış günü sergiden çıkardılar. Nazilerce ölümle tehdit edildi. Sıkıntılı günler yaşamaya başladı. 1938 de Londra’ya kaçtı. Orada tuttuğu evin yakınına düşen bir bomba düştüğü yeri yerle bir etti. İki yıl sonra New York’a geçti ve 1944 yılında son resmi olan “Viktory Boogie Wooge” resmini bitirdikten kısa bir süre sonra yaşamını yitirdi.

Letzte Artikel über Sabahattin Şen ALLE ARTIKEL ANSCHAUEN

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert

* Please select reCAPTCHA